KUŞLARIN SARAYLARI KÖPEKLERİN SİESTALARI
Padişahımız ferman buyurmuş ‘’Tez sokaktaki köpekler toplana Sivriada’ya sürgüne gönderile..’’
Oysaki yüzyıllar öncesinde ceddin dedesi ‘’İnsanı yaşat ki devlet yaşasın’’ temeline inşa ettiği imparatorluğunda, havadaki uçan kuştan yerdeki karıncaya kadar bütün canlılara büyük bir sevgiyle yaklaşmış, onlara hizmette sınır tanımamıştı…
‘’ YARATILANI SEVERİZ YARATANDAN ÖTÜRÜ ‘’ sözünden yola çıkan
Atalarımız bütün canlılara karşı saygı ve sevgiyle yaklaşmış, hayvanların dilsiz olmaları hasebiyle onlara daha da büyük bir şefkat ve özen göstermiştir.. Zira insanlarla helalleşilirken, hayvanlarla helalleşmenin mümkün olmayacağı düşünülmüştür.. Bundan dolayı da hayvanlarını yedirmeden kendisi yememiş, sabahın ilk işi olarak ahır hayvanlarının temizliği, suyu, yemeği gibi günlük bakımlarını yapmış sonra kendi işlerine dönmüştür……
Osmanlı İmparatorluğu döneminde, canlıların bütün ihtiyaçları düşünülmüş, bu ihtiyaçların bazıları devlet tarafından bazıları ise vakıflar tarafından karşılanmıştır.. Yapılan bir çok uygulamalar ile hem insanların hem de hayvanların adeta kalbine dokunulmuştur…. ‘’Kuş sarayları ‘’ bu duruma en güzel örneklerden biridir.. Cami, medrese, çeşme, köşk gibi binaların yağmur ve rüzgar almayan cephelerine inşa edilen kuş evleri, insan ve hayvanların erişemeyeceği noktaya yapılır, böylece kuşlar onlara zarar verecek her şeyden korunurdu. Güvenli bir yuva olan kuş evlerinin bazıları ahşaptan bazıları ise taştan yapılmaktaydı.. Bunların günümüze kadar ulaşabilenleri taştan yapılanlarıdır. Eyüp Sultan Cami, Üsküdar Ayazma Cami gibi İstanbul’daki tarihi bir çok binada bu örneklere rastlanmaktadır. Kuş sarayları hayvanlara gösterilen sevginin, şefkatin sembolü olmalarının yanı sıra mimari estetiğinde sembolleridirler….
Dünyadaki ilk leylek hastanesi olan Gurabahane_i Laklahan (Kimsesiz leylekler bakımevi) Osmanlı döneminde Bursa’da açılmıştır. Göç ederken yaralanmış, uçamayacak durumda olan leyleklerin burada tedavileri yapılır ve tekrar doğaya bırakılırlardı. Bakımevinde çok yaşlanmış kargalar, yaralı baykuşlar gibi bir çok kuşun da tedavisi yapılıyordu. Yine İstanbul Dolmabahçe’de bir kuş hastanesi, Üsküdar’da ise kedi hastanesi bulunuyordu.. Yaralı hayvanlar buraya getirilip tedavileri yapılmaktaydı. Bu hastanelere hayırsever halk ta yardımda bulunuyordu….
Hayvanlara verilen önem ‘’Mancacılık’’ adında bir meslek olarak tezahür etmiştir. Kedi köpek yemeği için kullanılan Manca ifadesinde, bu işi yapan kişiler hayırsever insanlardan topladıkları parayla kasaplardan sakatat, işkembe, atılacak durumda olan etler gibi hayvan yiyeceklerini alıp, sokaklarda dolaşarak kimsesiz hayvanları beslerlerdi.. Bazı hayırseverler mancacılardan bu etleri satın alıp bizzat kendileri sokak hayvanlarını beslerlerdi…. Hatta bir çok kişi mancacılara miraslarından bir miktar para bırakırlar, onlar öldükten sonra da mancacılar bu kişiler adına sokak hayvanlarını beslemeye devam ederlerdi.. Mesela 1307(Hicri) yılında İzmir Ödemiş’te vakıf kuran Mürselli İbrahim Ağa, Ödemiş Camisi civarında bulunan leyleklerin beslenmesi için senelik yüz kuruş vakfetmiştir… Yine Rumeli Hisarındaki Hacı Seyyid Mustafa Vakfiyesinde her gün otuzar akçelik taze ekmek alınarak sokak köpeklerine yedirildiği yazmaktadır… Soğuk kış günlerinde devlet, mancacılara yardımda bulunarak, onların hem sokak hayvanları için hem de şehir dışındaki yabani hayvanlar için belirli yerlere yiyecek bırakmalarını sağlardı.. Böylece yabani hayvanlar zorlu kış şartlarında telef olmazlar, aynı zamanda bu hayvanların şehirlere inip etrafa zarar vermeleri de engellenmiş olurdu..
Günlerden bir gün Kanuni Süleyman, Topkapı Sarayının bahçesindeki ağaçları saran karıncalardan rahatsız olmuş, karıncaların itlaf edilmesini istemiş ve bu durumu dönemin Şeyhülislâmı Ebussuud Efendiye sormuştur.. Ebussuud Efendi Kanuniye ‘’ Yarın Hakk’ın divanına varınca, Süleymandan hakkını alır karınca’’ diyerek cevap vermiştir…
Atalarımız, kurdukları devletlerde hayvanlara yapılan muameleleri kanunnameler ile düzenlemişlerdir.. Kümes hayvanlarının baş aşağı taşınmaması, yük hayvanlarına taşıyabileceklerinden ağır yük vurulmaması, bu hayvanların çok iyi beslenip bakılmaları ile ilgili düzenlemeler yapılmıştır… Mesela Osmanlıda İkinci Beyazıd dönemindeki kanunnamelerde ‘’….. ağır yük vurmayalar makul olalar, çünkü dilsiz canlıdırlar’’ diyerek yük hayvanları ile ilgili kanunlar yapılmış ayağı aksayan at ve hayvanların çalıştırılmaları yasaklanmıştır.. Yine Üçüncü Murad döneminde hayvanlarla ilgili bir kanunnamede yük hayvanlarının Cuma günleri çalıştırılmaları yasaklanmıştı…
Hayvanlarına ağır yük vuranlar toplum tarafından hoş karşılanmaz, devlet kanunları ile de cezalandırılırlardı.. İstanbul Sadaret Kaymakamı olan Koca Mehmet Paşa(1542) bir gün şehri teftiş ederken üzerinde ağır küfeler ile bir ağaca bağlı at görür, atın sahibinin yemek yediğini duyunca sinirlenir ve adamı yanına çağırtır… Paşa, adama önce atının yükünü indirmesi sonrasında yemek yemesi gerektiğini söyleyerek, atın sırtındaki küfeleri sahibine yükletir ve ata bir akçelik kuru ot aldırtır…. At otları yiyene kadar da sahibini sırtında küfeler ile atın yanında bekletir…
Osmanlıda askeri seferlerde ağır topları çeken öküz, sığır gibi hayvanlara büyük bir minnet duyulur, bu hayvanlar yaşlandıklarında kasaplara verilmez, emekli edilip ömürlerinin sonuna kadar onlara iyi bir şekilde bakılırdı….
Fransız gezgin Jean du Mont, Osmanlı seyahatinden bahsederken ‘’Türklerin hayırları hayvanlar için bile geçerlidir. Özellikle köpeklere karşı çok müşfiktirler ……köpekleri sokakta beslerler…… her mahallenin kendi köpekleri vardır… Türklere göre bu hayvanları öldürmek suçtur’’ sözleriyle hayvanlara karşı duyulan sevgiyi belirtmiştir..
Sultan İkinci Mahmud döneminde İstanbul’da bulunan bir İngilizin, gece köpeklerden kaçarken ölmesi sonucu İngiltere, Osmanlıya bir ültimatom vermişti. Ülkesinde siyasi kriz istemeyen Sultan, sokaktaki köpeklerin toplatılarak teknelere doldurulup kıyıya en uzak ada olan Sivriada’ya gönderilmesini istemiş, ancak halk köpeklere sahip çıkıp vermeyince Sultan kararından vazgeçmiştir… 1865 yılına gelindiğinde İstanbul’da nüfusun artması, batılılaşma hareketleri neticesinde Avrupa’daki kentlerde sokak hayvanlarının olmaması örnek alınmış ve dönemin padişahı Sultan Abdülaziz sokak köpeklerini toplatıp Sivriada’ya göndermiştir. Ancak bu olaydan sonra İstanbul’da büyük bir yangın yaşanmış ve bunun nedeni olarak köpeklerin Sivriada sürgünü görülmüştür. Bu gelişme üzerine Sultan köpekleri Sivriada’dan geri getirtmiştir..
Avrupa’da gelişen sanayi ile beraber ilaç, kimya gibi sektörlerde yapılan deneylerde köpek kullanılıyordu.. Yeterli köpeği olmayan Fransızların 1910’da Osmanlıdan deneylerde kullanmak üzere köpek istemesi sonucu, dönemin belediye başkanı Suphi Beysoyundu tarafından köpekler toplatılmaya başlanmıştı. Bu duruma karşı çıkan halka rağmen toplanan köpekler gemiyle Fransa’ya gönderilmek üzere Tophaneye getirilmişlerdi… Hayvansever Osmanlı halkının baskınıyla buradaki köpekler kurtarılmış, fakat Fransa ile anlaşma imzalamış olan Osmanlı Hükümeti vazgeçmemiş, işsizlerden oluşturduğu bir grup ile tekrar 80 bine yakın sayıda köpek toplatmış ve bunları Tophanede bekletmeye başlamıştı.. Fransızlar gelmeyince köpekler Sivriada’ya gönderilmiş, bir müddet de burada bakılmışlardı.. Ancak Fransızlar anlaşmayı feshettiklerini bildirince buradaki köpekler kaderlerine terk edilmişler ve kısa bir süre sonrada hepsi açlıktan ölmüştür… Osmanlı halkı 1912 yılında yaşanan depremin nedenini bu köpeklerin günahına bağlamış ve o günden bugüne Sivriada, Hayırsızada olarak anılmıştır.
1913 yılında İstanbul’daki köpeklerin sayısının hayli arttığı görülmektedir, bu durumu yetkili makamlarla da değerlendiren dönemin belediye başkanı Cemil Topuzlu Paşa, 30 bine yakın sokak köpeğini, halkın tepkisini çekmeyecek şekilde azar azar itlaf ettirir…. Olayı hatıralarında da anlatan Paşa’ya göre bu mesele İstanbul’un en önemli sorunlarından biriydi….
Kuşu ölen bir çocuğa taziye ziyaretinde bulunan Hz. Muhammed çocukla uzun süre sohbet etmiş, onu neşelendirmeye çalışmıştır ve bir hadise göre de şu sözleri söylemiştir ‘’Kim bir serçeyi veya başka bir hayvanı haksız yere öldürürse, kıyamet gününde mutlaka bunun hesabını verecektir’
Kim kime can verebilir ki can alsın? Kimin gücü bir nefese yetebilir? Canı ancak onu veren Allah alır, her şeyin sahibi O’dur. Yalnızca Ondan gelen hükme boynumuz kıldan incedir…
Hayvanların sokaklarda olması hem insanlar için hem de hayvanların kendileri için bir güvenlik sorunudur… Kışın soğukta donmaları, yeterli yiyeceğe ulaşamayıp aç kalmaları, trafik kazalarına sebep olmaları ve kendilerinin de yaralanmaları, ölmeleri başlıca sorunlardır.. Ayrıca insanlar tarafından uğradıkları zorbalıklar, işkenceler, tacizler ve istismarlar da cabasıdır…
Güçlünün güçsüzü ezdiği bu dünyada, merhametimize muhtaç kimsesiz hayvanlara yardım etmeliyiz…. Yüz yıllardır yedi düveli bakabilen Türk Milleti olarak, kendi sokak hayvanlarımıza da bakabilmeliyiz… Onları kalbimize de bütçemize de sığdırabilmeliyiz….
Naçizane fikrim şudur ki, her ilde ve ilçelerde devletin de desteği ile belediyeler tarafından geniş alanlara hayvan bakım evleri yapılmalıdır. Burada hayvanların barınma, beslenme ve sağlık gibi bütün ihtiyaçları karşılanmalıdır… Bu bakım evlerinde gönüllü ve kadrolu personeller beraberce işbirliği içinde çalışabilmelidirler… Hayırsever halkımızın da katkılarıyla kimsesiz hayvanlarımıza çok daha iyi yaşam şartları sunabiliriz… Belediyelere ödediğimiz faturalarda küçük bir miktarda hayvanlar için ödemeliyiz… Fark etmeden kimlere, nelere para ödediğimiz hayatımızda, bizlere ihtiyacı olan bu canlar belki de cennete açılan kapılarımız olacaktır…
Sonuçta ‘’Bir milletin büyüklüğü ve ahlaki gelişimi hayvanlara olan davranış biçimi ile değerlendirilir’’ -Mahatma Gandhi
Sağlık ve mutluluk dileklerimle
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.