Türkiye’nin demokrasi tarihine kara bir leke olarak kazınan 6 Mayıs 1972… Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamları, sadece üç gencin hayatını değil, bir kuşağın umudunu da darağacında bıraktı. Aradan yarım asırdan fazla geçti ama o darağaçlarının gölgesi hâlâ bu ülkenin üzerine düşüyor.
“Suçları Ne? Bağımsızlık, Özgürlük, Eşitlik”
Deniz Gezmiş ve arkadaşları, başka bir dünya hayal ettiler. Bağımsız, eşit, sömürüsüz bir Türkiye düşlediler. Onları mahkûm eden şey, aslında bu hayallerdi. Ne banka soygunları ne de silahlı eylemler; esas tehdit ettikleri şey mevcut düzenin ta kendisiydi. O yüzden mahkemede söyledikleri değil, mahkemenin temsil ettiği düzen onları idama götürdü.
“İdamla Susturulamaz Bir Ses”
Devlet, onları idam ederek susturacağını sandı. Ama tarih, aksini gösterdi. Bugün Deniz Gezmiş’in posteri hâlâ gençlerin omuzlarında taşınıyor. Onların adı, sadece bir dönemin değil, direnişin ve adalet arayışının sembolüne dönüştü. Çünkü idamlar, adaletsizliğin üzerini örtmedi; tam tersine, o adaletsizliği görünür kıldı.
“İtibarları İade Edilmelidir”
Türkiye, kendi vicdanıyla yüzleşmeden demokratik bir hukuk devleti olamaz. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamları bir yargı kararı değil, siyasi bir intikamdı. Bugün hâlâ onların mahkûmiyetini savunan dil, aslında özgürlüğün değil, baskının dilidir. Oysa artık o mahkûmiyetlerin, o idam kararlarının haksız olduğu kabul edilmeli. İtibarları iade edilmeli. Çünkü bu sadece üç fidanın değil, bu topraklarda adalet isteyen herkesin hakkıdır.
“En Büyük Kambur: Darağaçlarının Gölgeleri”
Türkiye, sırtındaki en büyük kamburu; darağaçlarının gölgelerini taşımaya devam ediyor. Bu yükle yürümek, ancak vicdanın ve adaletin sesini kısmakla mümkün. Oysa hakikat, er ya da geç konuşur. Ve bir ülkenin gerçek özgürlüğü, kendi gençlerini darağaçlarına göndermediği gün başlar.